Av. Enes Yalçın-Yapay Bilgi ve Hukukun Epistemolojik Temelleri Üzerine
Hoş geldiniz Enes Bey. Öncelikle okuyucularımız için biraz kendinizden bahseder misiniz?
Hukukta en sevdiğim motto ile başlayayım. Latince bir deyiştir: “Fortiter in re suaviter in modo.” Yani “Usulde nazik, esasta kuvvetli ve sert ol.” Benim temel hukuki yaklaşımım hep böyle oldu. Ben kazara hukukçu oldum diyenlerdenim. Bu mesleği edinmek için büyütülmedim, ailemde hukukçular yoktu. ÖSS’ye Eşit Ağırlık dalında girdim, Türkiye’de ilk 500 içerisindeydim. En yüksek fakülteler Hukuk Fakültesi idi, ben de Hukuk Fakültesi seçtim. Bazen “Keşke İşletme / İktisat filan yazsaydım.” dediğim oluyor çünkü dünya ekonomisinin geldiği noktayı çok anlamıyorum, Bitcoin vs. Neyse, kazara bu sektöre girdim ama hukuk, benim tüm düşünce sistemimi, sosyal ortamda, özel hayatımda yaşadığım sorunları çözüm tarzımı, insanlarla iletişim ve kendimi anlatma şeklimi çok derinden ve yoğun bir şekilde etkiledi ve şu anda beni var eden bir düşünce sistemi yarattı. Bu, birçok açıdan iyi çünkü söyleyeceğiniz şey mantıksızsa düşünüp söylememeyi tercih ediyorsunuz. Mantıklıysa da gerekçelendirip açıklıyorsunuz ve haklı çıkıyorsunuz. Bu açıdan mahkemede giydiğimiz cübbeyi hayatın diğer alanlarında çıkarıyor muyuz diye sorulursa, buna evet diyemem. Bu da küçük bir meslek olumsuzluğu olarak tanımlanabilir. Ben kişisel sürecimi, sektör tercihimi kendi dilimden böyle anlatabilirim.
“Hukukun Epistemolojik Temelleri” ne anlama gelir? Bunun net bir şekilde anlaşılması adına biraz bahsedebilir misiniz?
Her sosyal disiplinde ve pozitif bilimlerde olduğu gibi hukukun da bir epistemolojik, yani bilgi felsefesi temeli var. Bu, hukuk için diğer alanlardan farklılaşan bir noktada, çünkü hukuk belirli bir muhakeme ve mantık ekseninde işleyen bir disiplin.
Hukuku katmanlaştırırken şunu söyleyebiliriz: Sosyal olgular, öncelikle toplumsal ihtiyacı giderebilmek için var. Bir kişiden kalabalık olduğumuz için var. Tek bir insanın yaşadığı bir ortamda hukuka ihtiyaç yoktur. En az iki insanın var olduğu noktada hukuka ihtiyaç ortaya çıkıyor. Dolayısıyla birinci katmanda toplumsal olarak insan olgusu ve bundan doğan sosyal olgular var. Kavgalar, uzlaşmalar, sorunlar, hukuksal işlemler, hepimizin birbirimize bağlı olması, ihtiyacı… Birimiz berbere gideceğiz, birimiz manava gideceğiz, manav avukata, avukat reklam ajansına gidecek… Bunun gibi, farklı sektörler, farklı insanlar olarak hepimiz, karşılıklı sosyal bağımlılık içerisindeyiz. Dolayısıyla bu katman, sosyal katman. Bunun üzerine ikinci katman olarak mantık katmanı geliyor. Yapılan işin hukuka uygunluğu konusunda öncelikle akılcı, rasyonel bir mantık düşüncesi ile hukuka uygunluğa veya hukuka aykırı noktaya ulaşabiliyoruz. Üçüncü katman ise, teknik hukuk katmanı dediğimiz, teknik hukuk bilgisinin gerekli olduğu katman. Ama özünde, bu epistemolojik temelde mantıksal tutarlılık arayan her beyin, meselenin hukuka aykırılığı veya hukukiliği konusunda bir sonuca ulaşabilir.
Bu temel epistemolojik katmanlaştırmada, ben daha çok bu konuyu yargılama faaliyetinde ve yargılama faaliyeti ile bağlantılı diğer alanlarda yapay zekanın, yapay bilginin kullanımına özgülemek istiyorum. Tabii ki her katmanın kendi içerisinde bir muhakemesel bütünlüğü var. Özellikle teknik hukuk katmanına geldiğimizde, bizde her sorun, her hukuksal problem bir muhakeme zinciriyle, bir sebep-sonuç zinciriyle birbirine bağlanarak ele alınıyor. Örnek vermek gerekirse, bir davada öncelikle şekli sorunları inceliyoruz. “Davacının dava açmaya yetkisi var mı, süresinde dava açtı mı?” gibi… Bu konular aşıldıktan sonra haklılık/haksızlığa ilişkin konular, esasa ilişkin konular ele alınıyor. Bunlar da bir zincir gibi sırayla devreye giriyor.
Peki, özellikle bu konuya eğilmenizi sağlayan, ilginizi bu yöne çeken ne oldu?
Benim bu konuda ilgimi çeken iki temel neden oldu. Birincisi şu: Avrupa’daki mahkemeler ve Amerika Federal Yüksek Mahkemesi çok yoğun bir şekilde, binlerce başvuru alıyor ve bu başvurulardan sadece yılda 200 ile 300 arasını seçip karara bağlıyor. Bu başvuruları seçerken de yalnızca usuli/şekli konuda bir eleme yapmıyor. Daha önce dava açtığı, incelediği, karar verdiği bir konu mu, buna bakıyor. Bu sistem mesela bizde yok. Avrupa’da da yok. Bu daha Amerikan, “Common Law” sistemi. En yüksek mahkemeye kadar, üzerinde ulusal tartışma doğuracak kadar önemli bir konu mu, değil mi? İşte bunu seçiyor.
Bunu seçerken, tabii ki binlerce başvuru içerisinden seçiyor ve bu ayrı bir iş yükü. Biz bu konuyu araştırırken, esasında burada çok özgün bir yazılım kullandıkları ve bu yazılımın muhakeme yaptığı sonucuna ulaştık. Bu yazılım, Federal Yüksek Mahkeme’nin daha önce vermiş olduğu kararların hangi yönde olduğu, anayasallık tartışması taşıyıp taşımadığı konusunda – kuşkusuz nihai bir karar vermiyor ancak – bir eleme yaparak karar mercilerine bunu sunuyor.
Günümüzde yapay bilginin geldiği noktaya dair parantez açarak uzay ve düzey ayrımına çok kısa bir şekilde değinmek istiyorum. Tarihsel olarak bizde, hukuki anlamda şu oldu: Bilgi dijitalleşti, blockchain’e döndü, elektronik imzalar ortaya çıktı, buna ilişkin HMK’da yani usul kanunlarında belirli değişiklikler yapılarak online veriler delil ya da yazılı delil başlangıcı olarak kabul edildi… Ama bunların hepsi iki boyutlu bilgi açısından oldu. Yani 1000 yıl önceki hukuk sistemiyle 1000 yıl sonraki hukuk sisteminin temeli aynı kalmak üzere, o zaman taşa yazılan, sonra parşömene yazıldı, sonra kâğıda yazıldı, sonra da bilgisayara yazıldı. Dolayısıyla hukukun temel epistemolojik sisteminde bir değişiklik olmadı. Çünkü zaten “input” olan bilginin türü değişse de bilgi aynı kalıyor. Temel hukuk sistemi bu değişimi belki 1000 yıl boyunca tolere edebildi. Edebilir de… Çünkü temel mantığının değişmesine ihtiyaç yok. Ama Endüstri 4.0 ile gelinen noktada artık iki boyutlu bir bilginin değişiminden üç boyutlu irade değişimine geçiyoruz. Takriben 1000 yıllık bu sürede bilginin vasfında, transfer edilmesinde, delillendirilmesinde ve kaydedilmesinde yaşanan değişim hukuku zorlamadı. Ama bu aşamadan sonra irade unsurunda yaşanacak değişiklik ile (Ben buna “2 boyutlu düzeyden 3 boyutlu uzaya geçiş” diyorum.) hukukun epistemolojik temeli ile alakalı ciddi bir sorun ortaya çıkıyor. Çünkü irade kavramı, iradeyi kullanan değişiyor. Metaverse konusundaki tartışmalarda da bu geçerli. Çünkü orası da artık üç boyutlu bir alan oluyor. Bugüne dek hukuksal sonuç nasıl kuruluyordu? Bir irade, bir eylem ve hukuksal sonuç ya da bir irade, bir hukuksal işlem ve hukuksal sonuç. İrade kavramı da hukuksal işlem kavramı da sabit kalıyor. Bu aradaki bağ olan bilgi değişiyor, hukuksal sonuç da sabit kalıyor. Ama şimdi gelinen noktada iradede bir değişiklik söz konusu oluyor. Dediğim gibi, bilgiyi işleyen ve output’u oluşturan yeni bir süreç söz konusu… Bu, yapay zeka açısından geçerli. Ya da metaverse örneğinde göreceğimiz gibi, irade sabit kalıyor ancak fiziksel düzlemden çıkıp üç boyutlu uzaya geçtiğimizde “işlem” unsurunda değişiklik söz konusu oluyor. Bu iki durum da bana göre hukuksal sonucu etkileyen bir noktada dolayısıyla mevcut hukuk epistemolojisinin muhakkak surette değişmesi gerektiğine dair bir ihtiyaç doğuyor.
Parantez içinde bunu açıkladıktan sonra konuya dönmek gerekirse; Amerikan Federal Yüksek Mahkemesi’nde “Supreme Court” yani en yüksek mahkeme, bizdeki Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi gibi tüm yüksek mahkemelerin tek mahkeme olarak birleştiği bir sistem ve Amerikan Federal Mahkemesi, yargının en tepedeki makamı. Buraya yapılan başvurular, esasa ilişkin başvurular. Yani başvuranlar diyor ki “Benim anayasal bir hakkım ihlal edildi, bunu inceleyin.” Burada, şekli bir konunun, yani iki artı iki eşittir dört denilerek çözülecek bir sistemin çok ötesinde bir şeye ihtiyaç var. Hukuku, belli bir eğitime sahip, belli bir dili konuşan, konuştukları dili sıradan vatandaşın anlayamadığı bir gruba – ben bu gruba Hukukçular Cemaati diyorum- veriyoruz. Hukukçular Cemaatinin aslında en büyük imtiyazı bu: Bilgi imtiyazı. Bu bilgiyi işleyebilme imtiyazı. Bunun hem resmi yetki olarak tekel olması hem de tekel olmakla birlikte bilgiye sahip olmak ve bu bilgiyi nasıl kullanacağını bilmek konusunda tüm dünyadaki hukukçular imtiyaza sahip. Tarihsel olarak baktığımızda, bu imtiyazı devretmek istemedikleri için ve genel olarak kabul görmüş olan günlük dilin çok dışında bir dil ile konuşulması nedeniyle ben bu grubu “Hukukçular Cemaati” olarak ifade ediyorum. Artık gelinen nokta, Hukukçular Cemaati’nin imtiyazını ortadan kaldırma riski taşıyan bir nokta. Bir yanda bu risk var. Bir yanda da 200 yıl, 100 yıl ve hatta belki de 50 yıl önceki iş yoğunluğundan çok daha büyük bir iş yoğunluğu var. Bunun iki nedeni var: Birincisi artan nüfus. İkinci nedeni de birey kavramının gelişmesi, iletişimin artması ve hak arayışının her sınıfa yayılması. Eskiden hukuki danışmanlık ihtiyacı olan belli toplumlar vardı, özellikle de kentliler bu danışmanlığı alıyordu. Artık en ücra köyde bile bir arazi davası, icra uyuşmazlığı konuyu bir hukuki sürece taşıyor. Dolayısıyla sadece bizim ülkemizde değil, dünyada hukuksal muhakemenin işlemesi gereken süreçler niceliksel olarak ciddi seviyede artmış durumda. Artık bu bizim, salt hukukçular olarak her birine tek tek bakıp çözümleyerek, epistemolojinin klasik kurallarını tek tek uygulayarak üstesinden gelebileceğimiz bir mekanizma değil. Devletin kurduğu yargı mekanizması da bence bunun üstesinden gelebilecek bir düzeyde değil.
Sizce ülkemiz açısından durum nasıl?
Ülkemiz açısından da bunu düşünelim. Anayasa Mahkemesi’ne on binlerce dosya bireysel başvuruya gidiyor. 24 saat çalışan bir mekanizma kursanız dahi, birkaç yıl içerisinde niceliksel olarak bu dosyaları eleyemezsiniz. Kaldı ki bu dosyaların çok büyük bir kısmı usulen koşulları taşımadığından elenecek. Dolayısıyla artık kaçınılmaz olarak biz, hukuki çıktının üstün insan aklının bir ürünü olduğu fikrinden çıkacağız ve bu Hukukçular Cemaati’nin imtiyazının ciddi bir şekilde sarsılması anlamına gelecek.
Bu konuyla ilgili bazı araştırmalar var. Örneğin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi için bir yapay zeka geliştirildi. Bu aşamada resmi olarak uygulanmasa da bir çalışma olarak hayata geçirildi. Bu yapay zeka, daha önceki içtihatlar vs. sisteme girildiğinde, çok büyük oranda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin daha evvelki içtihatlarına uygun bir karar çıktısı veriyor.
Yapay zekanın karar çıktılarını hızlandırmak için kullanılması gerektiğini mi düşünüyorsunuz?
Çok önemli bir motto vardır: “Adalet gecikmeye gelmez ama aceleye hiç gelmez.” Buna değinmemin sebebi, bu konuya ilgimi cezbeden ikinci nedenden bahsetmek isteyişim. Modern devlet, tarihsel açıdan bugüne dek hiç olmadığı kadar insanın hayatında. Eskiden insanlar, hukuk algısının, hak algısının daha ilkel olduğu bir dönemde daha özgür bir yaşam içerisindelermiş. Daha özerk, daha kendi iradelerinin şekillendirdiği bir yaşam… Artık dünyanın her yerinde, devletin şiddet tekelini de eline almasıyla birlikte, hepimizin hayatında, doğrudan, her gün, her an, işe ne zaman başlayacağımızdan, hangi vergiyi ödeyeceğimize, hangi maskeyi takıp hangi mekana gireceğimize kadar her konuda devlet, yoğun bir kamu gücü kullanımı tesis etmek durumunda. Bunun doğal bir sonucu olarak, hızlı hukuksal çözüme ulaşma ihtiyacı eskiden olduğundan çok çok daha fazla önem arz ediyor. Eskiden hukuki kurgu, yurttaşlar arasındaki ihtilafa odaklıydı ama günümüzde artık insanların en önemli meseleleri, devletlerin kendi hayatlarında doğurduğu ve sorun olarak, mağduriyet olarak, hak ihlali olarak gördükleri konularda hızlı çözüme ulaşabilmek. Devletin işlemleri ve işlevi bu kadar arttığı için ihtilaflar ve buna yönelik dirençler de birey olgusu ve hak olgusu temelinde ister istemez artıyor. Bunu da bir yargı mekanizması çözümlemeli ve niceliksel olarak bu olguların getirdiği ciddi boyutta bir iş yükü var. Aynı ölçüde de hızlı hizmet ihtiyacı artışı var. Bu olguların bizi getirdiği nokta, “Adalet gecikmeye gelmez ama aceleye hiç gelmez.” sözünü akla getiriyor. Burada bir denge yakalamamız gerekiyor. Bir an önce adaletin gerçekleşmesi meselesi, toplumsal menfaat açısından önem arz ediyor.
İsterseniz görevli yargıç sayısını, savcı, avukat sayısını iki, üç katına arttırın, yine bu meselenin salt insan aklı süreci ile çözümlenebileceğini düşünmüyorum.
En son çıktı tabii ki görevli kişiler tarafından kontrol ediliyor olsa da ilk olarak Amerikan Federal Yüksek Mahkemesi’nin benimsemiş olduğu süreçten bahsettim. İkinci olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi karar süreçleri için gerçekleştirilen yapay zeka çalışmasından bahsettim. Üçüncü olarak niceliksel noktada bu ihtiyacı doğuran nedenleri anlattım. Hukukçuların klasik olarak bakış açısını ve bizleri bu bakış açısından çıkmaya, gerçekle yüzleşmeye iten olgusal değişimlerden bahsettim. Şimdi de Türkiye özelinde belirli gerçeklerden bahsetmek istiyorum.
Benim avukatlık uygulamalarımdaki deneyimimden yola çıkarak bir soru sormak istiyorum. Yargılama faaliyetinde gelen davaları, hukuki meseleleri düşünün. Bunun yüzde kaçı insan aklının düşünmesini gerektiren, çok özgün bir muhakeme gerektiren, insan aklının teminatına bırakılması gereken konulardır? Davaların ve başvuruların niceliksel artışıyla birlikte öyle fabrikasyon ve alışılmış bir sürece girildi ki objektif olarak özgün muhakeme gerektiren davalar için %10 diyebilirim. Ancak bu %10’u da uygulama sübjektifliği ile %5’e düşürebilirim. Bunun haricinde davaların çok büyük bir kısmı özünde 2+2 hesabına dönmüş durumda. Ve insan hatası da söz konusu. Ben, bu fabrikalaşmış davalarda insan aklının muhakemesel sürecinden ziyade bir yapay zekanın epistemolojisi ile çıktı vermesinin adalete çok daha uygun olacağını düşünüyorum. Bunun, gerçek anlamıyla kanunlara çok daha uygun olacağını düşünüyorum.
Örneğin, bizim icra hukuk mahkemelerimiz var. Bu mahkemeler, icra dairesinin yaptığı işlemlerin hukuka aykırı olduğunu ileri sürdüğünüz zaman yargısal denetim yapar. Burası dar yetkili bir mahkeme. Bu ne demek? Biz bu mahkemeyi bir makine gibi görüyoruz. Sadece taraflar arasında “5000 TL kira borcu varmış, 5000 TL ödemiş mi?” incelemesini, tebligat gitmiş ama usulünce mi gitmiş incelemesini yapsın, sadece sıra cetvelini oluştursun… Bu mahkemeden bunun gibi beklentilerimiz var. Özünde hiçbir muhakemesel ve özgün insan aklının ürünü olan süreç yok. Buradan çıkan kararlar tamamen standartlaşmış noktada olduğu için ve artık bunu bizler de kabul etmiş durumda olduğumuz için, bu sürecin bir yapay zekaya devri eminim ki faydalı olacaktır. Çünkü bir noktada konu insan aklının üstünlüğünden çok insan davranışının eksikliği ile sorun doğurmaya geliyor. İnsan aklına ihtiyacımız yok burada. O halde yapay zekanın epistemolojisi karşısında çok büyük bir dezavantaja sahibiz. Adalet açısından çok büyük bir risk altındayız: İnsanın duygusal ya da diğer insani kusurları. Dolayısıyla, yapay zekanın doğurabileceği riski göze almak, bu riski göze almaktansa bana daha adaletli geliyor.
Bu noktada algoritmaya güvenmek yargı bağımsızlığını sağlayabilecek bir organ haline geliyor diyebilir miyiz?
Çok güzel bir noktaya değindiniz. İnsanlık var olduğu sürece bu epistemolojik sürecin %1 bile olsa insan aklına bağlı kalacağını, buradan tamamen koparılamayacağını düşünüyorum. Bunu vurgulayayım. Ancak, adalet kavramının önündeki engeller ne? Biz teorik olarak öyle bir noktadayız ki hayatın gerçekliğinden son derece kopuk, kurgusal bir teori düzleminde işliyor hukuk. Böyle işleyen bir mekanizmada iki temel risk söz konusu. Birincisi, insanın bu mekanizmada kadir-i mutlak bir güç olarak yargıcın kurgulanması. Her şeyi doğru yapan, doğru yapacağına güvenilen kişi olarak görülmesi. Buna hukukçular “Herkül yargıç” da diyor. İnsani kusurlardan ari bir beyin. Dolayısıyla tanrısal bir noktada ama bu gerçek değil. Karşınızda bir gün önce eşiyle kavga etmiş, bir şeye morali bozulmuş bir insan var. Ya da sübjektif olarak mesleğinin gereğini yapacak yeterlilikte olmayan biri olabilir karşınızda. Bu da insan olmasıyla alakalı bir kusur. İkincisi de mekanizma özelinde bir sorun. Tarihsel olarak, hukuk devletiyle alakalı bir sorun olduğu toplumsal olarak düşünülmüştür. Hukukun, yargının çok konuşulduğu bir toplumda her zaman yargıyla alakalı sorun vardır. Amerika’da kimse anayasayı bilmez, kimse yargıçların isimlerini bilmez, her gün bir konu olmaz. Herkesin anayasayla alakalı bir tartışmasının olduğu bir toplumda çok ciddi bir sorun var denilebilir. Gerçekte olsun ya da olmasın, toplumda yargının bağımsızlığı ile ilgili bir inanç varsa bu da adalet duygusunu etkiler. Usulünce yargılama yapan bir yargıçla karşılaştıysanız bile, eğer toplumun genelinde yargı bağımsızlığının olmadığına dair bir kanaat varsa çıkan sonucun adil olduğuna dair bir inanç oluşmaz.
Bahsettiğim hiçbir şey, “Biz tamamen algoritmaya geçelim.” demek değil. Bir hukukçu olarak arzu etmem ve epistemolojik olarak doğru olan da bu olmaz. Ama değindiğim nokta şu: Hukuk düzleminde gerek teorik olarak, gerek hukukun aktörlerinin, yargı mekanizmasının gerçekliği o kadar bizlerden uzak ki… Biz hala belli hukuksal bilgi süreçlerinin fetişizmiyle, bunun tekeline ve imtiyazına sahip olmakla ilgiliyiz. Biz hukuku doğuran ihtiyaçların beklentileri ve hukukun bu ihtiyaçları karşılamadaki verimliliği, doğurduğu sorunlar, bunun içerisindeki sosyal sorunlar, bunun içerisindeki ciddi boyuttaki politik sorunlar ile ilgili olmalıyız. Hukukun şu anki işleyişi, öyle imtiyazlarla süsleyeceğimiz bir alan değil, toplumun gerçeklikleriyle uygun olmak zorunda.
Ben diyorum ki: “Kardeşim, mevcut işlettiğimiz mekanizma o kadar büyük sorunlar içerisinde ki özünde senin yaptığın işi algoritma yapsa da çok da farklı bir sonuç çıkmaz. Hatta daha iyi bir sonuç çıkabilir.”
Bu, “Olsun.” demek değil. Ancak bu, yaptığımız işin ve elde ettiğimiz sonuçların epistemolojik anlamda fetişizminin yapılmaması gerektiği hakkında gerçekçi bir yaklaşım. Artık niceliksel olarak adalete ulaşma ihtiyacı o kadar arttı ki bir noktada belli elemelerin yapılabilmesi için algoritmanın kullanılması gerekiyor. Hatta bunu kullanmaya başlamış ülkeler var. Ben, temel hak ve özgürlükleri ihlal edilmiş, Avrupa Konseyi üyesi bir ülkenin vatandaşı olarak 10 yıl boyunca Avrupa İnsan Hakları mahkemesinde bekleyeceğime belirli usuli işlemler tamamlandıktan sonra 1 yıl içerisinde, 6 ay içerisinde çıkacak olan yapay zekanın kararına razıyım. Aslında söylemek istediğim bu.
Endüstri 4.0’dan Metaverse’e kadar, tüm bu konuştuklarımızın ışığında, avukatlık mesleğine yeni girecek olan gençlere önerileriniz var mıdır?
Hukuk alanının en büyük riski, bu konuşmada temas ettiğim gibi, belli duvarlar içerisinde, belli gerçeklikleri -neden olduğunu bilmeden- ön kabul ile son derece Ortodoks bir ekolün var olması. Diğer disiplinler bu değişimler karşısında çok büyük fleksibilite gösterirken, biz maalesef bu imtiyazın kaybolacağı endişesiyle buna direniyoruz. Ama bu hayatın gerçekliği ve her alan, geç de olsa hayatın gerçekliklerini kabul etmek zorunda. Çünkü hepimizin mesleğini var eden, hepimizin bilgisini, çabasını var eden, hayattaki bu gerçeklik. Ben hukukun tarihsel süreçte çok kategorik bir sınıflandırmaya sahip olduğunu ve hep kendi alanında kaldığını düşünüyorum. Ama artık iyi hukukçu, başarılı hukukçu, interdisipliner bir alanda var olabilen hukukçu. Dolayısıyla bana göre meseleyi sadece hukuki açıdan değerlendirme devri bitmiştir. Diğer tüm sosyal bilimlerde ve diğer tüm alanlarda hukukçuların kesinlikle asgari düzeyde bilgi birikiminin olması gerekiyor. İktisattan finansa, psikolojiden sosyolojiye, felsefeden pazarlamaya, bu gerçekliklerin tamamından uzak kalmamaları gerekiyor. İnterdisipliner hukuk alanlarında, özellikle doğan ihtiyaçlar nedeniyle birçok yeni hukuk alanı ortaya çıktı. Örneğin Uluslararası Yatırım, Bilişim Hukuku, Ekonomi Hukuku gibi birçok yeni alan ortaya çıktı. Ben meslektaşlarıma şunu önerebilirim: Hukukun özünde var olan formasyonu kesinlikle edinsinler ve fakat buna bağlı kalmasınlar. Bu güçle hukukun tüm alanlarına, sosyal bilimlerinin tüm alanlarına eğilsinler ve buna interdisipliner bir bakış açısıyla yaklaşsınlar.
Paylaştıklarınız bizlere yepyeni bakış açıları ve düşünceler kazandırdı. Okuyucularımıza da çok faydalı olacağına inandığımız bu değerli röportaj için çok teşekkür ederiz.