Röportajlar
Mart 22, 2022

Türkiye’de Yargı Nasıl Daha İyiye Gidebilir?

Günce
Röportajlar

Türkiye’de Yargı Nasıl Daha İyiye Gidebilir?

GÜN + Partners Avukatlık Bürosu Kurucusu ve Daha İyi Yargı Derneği Başkanı Av. Mehmet Gün, Radyo Sputnik’te yayınlanan Ali Çağatay’la Seyir Hali programına konuk olarak Türk yargı sistemi ve Türkiye’de yargının daha iyiye gidebilmesi için neler yapılabileceği hakkında faydalı bir röportaj gerçekleştirdi. Bu röportajın okuyucularımız için de bilgilendirici olacağı öngörüsü ile röportaj akışını sizlere sunuyoruz.

A.Ç.: Bugün konuğumuz olarak Avukat Mehmet Gün bizlerle birlikte olacak. Avukat Mehmet Gün, Türkiye’deki çok önemli hukuk bürolarından birinin başında, uluslararası bir hukuk bürosunu yönetiyor, yanında sayısız avukat çalışıyor. Tahkim davalarına, ticari, iktisadi davalara, pek çok konuda uluslararası davalara bakıyor. Kendisi aynı zamanda Daha İyi Yargı Derneği’nin başkanı. Daha İyi Yargı ne demek? Türkiye’de yargının, son zamanlarda verilen kararların ne kadar gider tutar yanı olup olmadığını hep beraber gözlemliyoruz. Elbette yalnızca bir dernek vasıtasıyla bunlara çekidüzen verilemez, biliyoruz ancak bunlara bir çekidüzen verme yolunda çaba gösterilmesini doğru ve saygın bulduğumuz için Avukat Mehmet Gün ile birazdan konuşacağız. Anayasa Mahkemesi’nin, Yargıtay’ın, Danıştay’ın ve Yerel Mahkemelerin kararları üzerine, “Türkiye acaba daha iyi bir yargıya nasıl kavuşabilir?” diye soracağız. Mehmet Bey, hoş geldiniz.

M.G.: Merhabalar Ali Bey, iyi yayınlar, kolay gelsin.

A.Ç.: Çok teşekkürler. Türkiye’nin yargılama sisteminde özellikle son beş yılda çok önemli sorunlar yaşadığımızı biliyoruz. Özellikle de 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ilan edilen OHAL ve arkasından gelen KHK’lar ile işten çıkarılan insanlar ya da mağdur olanlar, gerçek suçluların kollandığı, gözetildiği ancak suçlu olmayan insanların mağdur edildiğine dair iddialar gibi birçok konu var. Tam olarak doğrusunu da bilmiyoruz. Bu tabii ki işin sadece dipnot olarak belirteceğimiz bir bölümü. Biz, genel olarak yargıya bakış açınızı bizimle paylaşmanızı istiyoruz. Siz uluslararası bir avukatsınız ve dünyayı tanıyorsunuz. Nasıl olmalı? Biz nerede yanlış yapıyoruz? Neden yargımız bu kadar büyük bir bozulmaya uğramış durumda?

M.G.: Çok güzel bir soru Ali Bey. Öncelikle, sizin çok geniş bir çevrede dinlenildiğinizi biliyorum. Ben her şeyi büyük bir sıklıkla takip edemiyorum ama konular bazında medya raporları ile takip ediyorum. Buradan sizi dinleyen Türkiye’deki 85 milyona bir selam göndermek isterim.

Bunu da şunun için söylemek istedim, sınırlarımızda Mehmetçiklerimiz var, gözleri ufukta elleri tetikte. Kamyonlarımız var, arabalarımız var, siz gazeteciler varsınız, birilerimiz saat 3’te, 4’te başını yastığa koymadan birileriniz kalkıyor ve başta siz olmak üzere, bu programları hazırlıyorlar. Fabrikalarımız var, sirenler çalıyor, üretimler yapılıyor. Çalışmak için iş arayanlarımız var. Yani 85 milyon insan var ve bu 85 milyon insan, Anadolu’nun her tarafında karınca gibi çalışıyorlar. Onların hepsine çok büyük bir selam göndermek lazım; ülkemizi bugünlere getirenler, o çalışan insanlar. Köylüsü, tarımcısı, şehirlisi, herkes uğraşıyor. Herkes koşturuyor. Mesela şu anda trafik durmuş durumda, çünkü insanlar ekmek peşinde, rızık peşinde koşturuyorlar. Allah hepsine kolaylıklar versin. Bizim milletimiz asil bir millet, bunu da söylemek isterim. Bu devinimi kendi kendimize gerçekleştiriyoruz biz. Bize birisinin “Şöyle yap, böyle yap.” demesine gerek yok. İş birliklerimizi yapıyoruz, bir sürü ortaklıklar kuruyoruz. Üretim yapıyoruz, zenginleşiyoruz, refahımızı artırmaya çalışıyoruz. Kendi kendimize bunu yapıyoruz. Bize bakınca gözlerinde bir karınca yuvasını canlandırsın dinleyicilerimiz.

Bizim merkezimizde bu trafiğimizi yöneten kişiler ve kurumlar deyince, bunlardan en önemlisi, hatta en tarafsızı, aynı trafik ışıklarında olduğu gibi: Yargı. Yargı konusunda da maalesef, ben dünya ile Türkiye’yi karşılaştırırsam, şöyle söylemem lazım: Pozitif bakmak istersem, dünyanın geride kalmış ülkelerine göre Türkiye 10 üzerinden 5-6 civarında puan alıyor.

Yani bizim gerimizde olan çok ülke var ancak ileriye doğru bakmak istersek, kat etmemiz gereken çok fazla yol var çünkü bizim gibi zengin kültüre sahip olan ülkeler ve uluslar, bizden çok daha ileri, çok daha iyi çalışan yargı sistemlerini kurmuş durumdalar.

Bunu neden söylüyorum? En yüksek ağızdan söylenenleri tekrar edeceğim. Anayasa Mahkemesi geçenlerde bir bildirimde bulundu. Diyor ki: “Bize şu kadar başvuru yapıldı. Bu başvuruların %70’inden fazlası, adil yargılanma hakkının ihlaline ilişkin. Adil yargılanma hakkının ihlaline ilişkin verilen kararların %76’sı da adil yargılanma hakkının ihlal edildiğinin tespitine dair.” Herhangi bir toplumda yargı, en son gidilen merci. Yargıya gitmeden önce insanlar meselelerini çözmek için o kadar uğraşıyorlar… Yüz tane işimiz varsa bunun 10 tanesinde uyuşmazlık çıkar, 10 tane uyuşmazlıktan 1 tanesinde yargıya gitmek durumunda kalırız; 9’unu kendi kendimize çözeriz. En son gittiğimiz yer olan, en son şansımız olan yerde adil yargılama yapılmıyormuş. Anayasa Mahkemesi öyle söylüyor. Bu çok ağır ve acı bir şey. Bu 85 milyon, arı gibi çalışan insanların arasındaki trafiği düzeltmesi, düzenlemesi gereken yargı mercii için bu çok ağır bir şey.

Peki en yetkili merciler bu meseleye nasıl yaklaşıyorlar? Şunu üzülerek söylüyorum; dünyayı bilen, benim gibi başka ülkelerle karşılaştırmalar yapabilen, hatta devlet bütçesinden ayrılan paralarla başka ülkelerin yargı sistemlerini gidip inceleyen bir sürü insan var. Fakat bu insanların ortaya çıkardıkları, toplumla paylaştıkları, harekete geçirdikleri şeyler çok kısıtlı. Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın konuşması üzerinden gitmek istiyorum. Demiş ki: “Adil yargılanma hakkı ihlal ediliyor. Hukuk, bir ülkenin, milletin, adaletinin temelidir.” gibi yüzeysel söylemlerde bulunmuş. Bana göre bunlar, Anayasa Mahkemesi Başkanı’na yahut onun gibi benzer pozisyonda bulunan insanlara yakışmıyor. Çünkü bizim onlardan beklentilerimiz daha başka.

Mesela ben Anayasa Mahkemesi Başkanı’ndan şunu beklerdim: Kendi mahkemesi ile ilgili bir özeleştiri yapsın. Şimdiye kadar kaç tane hakim orada görev aldı? Kaç tane tetkik hakimi çalıştırıyorlar? Bu insanların adam/saat hesaplarını yapsın ve desin ki: “Benim mahkememe şu kadar iş geldi. Benim hakimlerim, savcılarım, görevlilerim şu kadar çalıştılar. Adam/saat ya da adam/gün başına şu kadar iş çıkardılar.” desin. Kendisini bir eleştirsin. Anayasa Mahkemesi biliyorsunuz ki kendisine yapılan bireysel başvuruları -özellikle bahsettiğiniz KHK’lılar konusunda- halledemediği için özel kanun çıkarıldı, bu konu Adalet Bakanlığı’nda bir komisyona verildi. Düşünebiliyor musunuz? Anayasa Mahkemesi bütün görevlerini bir kanunla bir idari kuruma devretti. O zaman mahkemeye ne gerek var? “Adalet Bakanlığı her şeyi yapar. Bakanlık nasıl takdir ederse öyle olsun.” Değil mi?

Ayrıca, bu bireysel başvuruları niye Anayasa Mahkemesi’ne aktardık ki? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa Konseyi altında kurulmuş olan bir mahkemede Türkiye aleyhine olan başvurular o kadar artmış iken, bu sorun uluslararası alanda bizim karşımıza ülkesel bir sorun olarak çıkıyor diye, oraya gidecek olan başvuruların önüne Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru engeli çekildi. Güya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne Türkiye aleyhine yapılan başvuruların sayısı “azaldı”. Ama o başvurular Türkiye’de çoğaldı. Türkiye bunları çözemedi, KHK’lıların haklarını Adalet Bakanlığı’na teslim etti. “Kurunun arasında yaş da yanar.” diyerek basit konular bile Adalet Bakanlığı’na gitti. Mesela benim takip ettiğim bir patent davası Adalet Bakanlığı’na gitti; bakanlık haklı buldu.

Şimdi, böyle olunca Mahkeme Başkanı’nın önce kendi kurumunu eleştirmesi lazım. Başkalarına söz söylemekten ziyade önce şunu demesi lazım: “Ben, şu kadar verimli çalışıyorum. Türkiye’de arı gibi çalışan insanların arasında bana düşen, görevimi en fazla yapmaktır. Ben iki katı performans gösteriyorum.” Bunu diyebiliyor mu? Hayır, diyemiyor. Görevlerini bir başkasına devretti mi? Devretti. Bu kanunla yapılmıştır ama kanun hazırlanırken Anayasa Mahkemesi bunun anayasaya uygun olmadığını söyleyemez mi?

Sonra, Anayasa Mahkemesi kararlarının içerisinde öyle çelişkiler var ki… Mesela demokrasiye ilişkin olarak: Anayasa Mahkemesi’ni demokrasinin koruyucusu olarak görebiliriz. Demokrasiye ilişkin olarak Anayasa Mahkemesi’nin, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarıyla ilgili dört tane kararı var. Delegelik esasıyla ilgili olarak ve avukatlık kanunu ile ilgili kısımlarda, 1991’deki kararı diyor ki: “Bu demokratik yönetim ilkesine aykırıdır.” 2000’deki kararı diyor ki: “Demokratik yönetim ilkesine uygundur.” 2010’daki kararı: “Demokratik yönetim ilkesine aykırıdır.” 2020’deki kararı: “Demokratik yönetim ilkesine uygundur.” Yani bir siyah, bir beyaz diyerek gidiyor. Bu çelişkileri niye eleştirmiyorsunuz?

Sonra, biliyorsunuz ki OHAL KHK’ları ile “kış lastiği zorunluluğu” getirildi. Bu nereden kaynaklandı? Çünkü Anayasa Mahkemesi o zaman OHAL kararnamelerinin gerçekten OHAL kararnamesi niteliğinde olup olmadığını, o amaca uygun olup olmadığını bile nitelemedi. Yani meclisten bir OHAL kararı çıktı, Türkiye’de demokrasi gitti ve “Ali ile Ayşe’nin boşanmasına” bile bir kararname ile karar verilebilir gibi bir durum ortaya çıktı.

Bunları eleştirmeyen bir yargı mekanizması var, kaldı ki en tepedeki yargı kurumunu konuşuyoruz. Böyle olunca, bütün dünyayı bilen, sorunları bilen, aradaki farkları bilen, içerideki sorunları analiz edip kök sebeplerini bulacak ve çözüm önerileri ortaya çıkaracak olan yetkili kişiler ve kurumların başındaki insanlar, maalesef beylik konuşuyorlar ve bizim sorunlarımız olmasına rağmen sorunlarımız konuşulmuyor. Bu da negatif tarafından bakınca ortaya çıkan manzara, Ali Bey.

Ama meseleyi pozitife çevirmek mümkün. Öyle bakmak lazım. Bütün ulusumuza negatiflik ile “Hayır, olmaz. Biz yapamayız.” gibi bir öğrenilmiş çaresizlik hakim olmuş durumda. Bunu kırmamız, yıkmamız gerekiyor. Ben bu konuda üzerime düşen görevi ne kadar iyi yerine getirebilirsem kendimi o kadar başarılı göreceğim. Bunun için de günde 14-15 saat, sosyal sorumluluk projesi olarak Daha İyi Bir Yargı için çalışıyorum.

Türkiye’de yargının birinci meselesi şu: Toplum adına hareket eden, toplumun onlara yetki ve imtiyazlar verdiği kurumlar gibi – kaldı ki yargı en imtiyazlı kurumdur- yargının da topluma karşı bir mükellefiyeti var. Hiçbir yerde yazmasanız bile, bu kendiliğinden var. Bu mükellefiyet de şudur: “Beni tayin eden, bana bu yetkileri veren insana karşı görevimi iyi yapacağım. Onlara hizmet vermem için mahkemeyi kurdular, beni o mahkemeye hakim tayin ettiler. Benim de birinci görevim, minnet borcum, beni buraya getiren, maaşımı veren, imtiyazlar sağlayan topluma karşı görevlerimi çok iyi yerine getirmektir.” Bu bakış açısında olunması lazım. Bunu da şöyle yapmamız lazım: Anayasa Mahkemesi’ne en son ihtimalde giden adil yargılanma ihlalleri değil, en başından yargılama olduğunda bunu mümkün olacak en iyi şekilde yapma mükellefiyetim var. İşte mümkün olan en iyi şekilde yapma mükellefiyetimi yargı açıkça söylerse… Anayasa Mahkemesi Başkanı, Yargıtay Başkanı, Adalet Bakanı, bu konuda yetkili ve sorumlu olan kişiler “Biz yargıda topluma kaliteli hizmet vermeyi taahhüt ediyoruz.” derlerse… Ve o taahhüttün hesabını verirlerse… İşte o zaman biz gelişme yolunda ilerleriz.

Bu konuda Türkiye’de bir eksiklik vardı. Ben, TÜSİAD’da Yargı Reformu Çalışma Grubu Başkanlığı yaparken “Kaliteli Yargı Hizmetleri ve Kalite Unsurları” diye bir çalışma yapmıştım. Uluslararası belgeleri tarayarak oluşturduğumuz bu çalışma, bunun unsurlarını aşağı yukarı ortaya koyuyor. Hizmetin makul süre ve maliyetle verilmesi lazım ama bunlar en sonda geliyor. Hizmette en önemli olan mesele, doğruların, maddi gerçeğin tam olarak ortaya çıkartılması ve adaletten ödün verilmemesi. Bunların sağlanabilmesi için hizmeti veren insanların yetkin, tecrübeli ve hukukun üstünlüğüne hesap verir durumda olması lazım.

Bu böyle olursa, kaliteli adalet için gecikmeyi bekleyebiliriz, biraz maliyete katlanmayı bekleyebiliriz ama makul bir maliyeti olması lazım. Örneğin 15 Temmuz’un Türkiye’ye verdiği en büyük hasarlardan biri şu: %40 oranında yetkin insan kaynağımızı kaybettik. Yargıdaki meslektaşlarım, %99,9 çok kıymetli Anadolu çocuklarıdır. Bu insanları iyi çalıştıramadığımız gibi onların içerisinde ilerletilmiş olan tecrübeli kesimi de kaybettik. Onların yerine genç, tecrübesiz, hayatı bilmeyen ama başkalarının hayatı hakkında karar veren insanlar koyduk.

Bir de Türkiye’de şöyle bir durum var: Mahkemeye gittiğimiz zaman yalan söylemek bizim savunma hakkımız gibi görülüyor. Bu çok acı bir şey. Amerika’da, Amerikan Başkanlığı sırasında doğruyu söylemediği için Clinton’a avukatlık ruhsatı vermediler. Dünyanın en ileri hukuk sistemlerinden biri olan ve diğer hukuk sistemlerini etkileyen İngiltere’de mahkemeye yalan söylemek çok ağır bir suçtur. Yalan söyleyen avukatları, hakimleri meslekten atarlar. Ama Türkiye’de mahkemeye yalan söylemeyi savunma hakkı olarak görüyorlar. Mahkemede bir şeyi söylemek istemiyorsan söyleme. Ama yalan söylemek, mahkemeyi yanlış çalıştırmak demektir. Bizim bunu ortadan kaldırmamız lazım. Bu ortadan kalkmadığı sürece yargı teşkilatına karşı bir güvensizlik olur. Avukat, hakim, savcı bir yargılama yapacaklar. Üçü de iyi çalışırsa ortaya güzel bir şey çıkacak. Tıpkı bir futbol maçı gibi: İki takım birbirine karşı iyi oynayacak ve hakem de iyi yönetecek. O zaman ortaya güzel, seyirlik bir maç çıkacak. Ama biz burada hakemi kandırıyoruz, iki takım da kandırmak üzerine… Birbirimizi kandırıyoruz. Hakimin önüne gidip bir dilekçe verdiğimiz zaman derdimizi anlatıyoruz. Hakim, “Sen bana doğruyu söylemek zorunda olmadığın için ben senin dilekçene itimat etmiyorum.” diyor. Ama biz hakimden adalet istiyoruz. Hakim söylenenlere itimat etmiyorsa, gerçekleri açığa çıkaramıyorsa, biz de onun kararına itimat etmiyoruz. Zaten hakim, itibar edilmeyen iki tarafın çatışması sonucunda doğru karar veremez. Böyle olunca da yargı teşkilatına bir güvensizlik var.

Bu temel ilkedeki yanlışlığımızdan dolayı Türkiye’deki yargıda iş yükü, hukukçuların insan kaynaklarına çok orantısız şekilde dağıtılıyor. Şöyle örnek vereceğim: Diyelim ki Türkiye’de bir senede 7,7 milyon dava açılıyor. Bu bazen 7, bazen 8 milyon olur. Buna “7 milyon iş” diyelim ve bu işler için “10 küçük birim” olduğunu düşünelim. 70 milyon birim iş var. Bu 70 milyon birim işi, bu işi yapacak olan insan kaynakları arasında adil dağıtmamız gerekiyor, değil mi? Yani, ne kadar hakim varsa onlara o kadar görev, ne kadar avukat varsa onlara o kadar görev vermemiz lazım. Burada tam tersi oluyor. 180.000 civarında hukukçumuz var. 20 bini hakim ve savcı, 160 bini avukat. Bu 70 milyon birim işin %90’ı hakim ve savcılara yükleniyor. Yani iş gücünün 7’de 1’ine, işin 10’da 9’u yükleniyor. Geride kalan 10’da 1’i ise, iş gücünün 7’de 6’sına veriliyor. Avukatlar, bu işleri yapıp, mahkemelerin önüne tüm delilleri getirip, davalar tek celsede tartışılarak karar verilecek iken, bütün işler hakim ve savcıların üzerine yıkıldığı için, hakim ve savcılar bilirkişi bulmakla uğraşıyor, tanığı çağırmakla uğraşıyor, delilleri celp etmekle uğraşıyor… İki tarafın davasını da hakim bilemeyeceği için hata oluyor. Hatalara avukatlar itiraz ediyor. Yani bir davada 4 tane dilekçe olması gerekiyorsa avukatın önüne 40 tane dilekçe geliyor. Hakim bunu nasıl okusun? Dosyayı bilirkişiye veriyor, “Dosyayı bir özetlesene.” diyor. Bilirkişiler, verilecek kararla ilgili fikir veriyor ve bir bakıyorsunuz ki kararları hakim değil, başkaları veriyor. Üstelik de çok gecikmeli veriyor. Sonra da Anayasa Mahkemesi diyor ki “Adil yargılanma hakkı ihlal ediliyor.” İnsan kaynaklarımızın, enerjimizin nasıl boşa gittiğinin örneği olarak bunları söylüyorum.

Türkiye’deki birkaç istisna dava dışındaki tüm davalar birkaç ayda çözülebilir. Fakat biraz önce saydığım sebeplerden ötürü, (1-Yalan söylemenin savunma hakkı olarak görülmesi, 2- İş yükünün hakim ve savcıların üzerine yığılması) üç dört ayda bitirilebilecek davaları 4-5 seneden önce bitiremiyoruz. Anayasa Mahkemesi’nin içtihatlarına göre, bir dava 3-4 senede bitirilemiyorsa adil yargılanma süre bakımından ihlal ediliyor. Ben, verdiği kararların çoğunun bu yönde olduğunu düşünüyorum. Peki, Anayasa Mahkemesi’ne başvuruda bulunuyorsunuz, o da 4 sene sürüyor? Anayasa Mahkemesi’nin kendisi de adil yargılanma hakkını ihlal ediyor.

Ayrıca, bir doğal hakim ilkesi var. Doğal hakim ilkesi, bizim işlerimizin gecikmesine neden oluyor ve tüm davalarda bu ihlal ediliyor. Dünyanın bir numaralı ilkesi olan doğal hakim ilkesi şu demektir: “Bir uyuşmazlık çıktığında, siz o uyuşmazlık için özel atanan bir hakime değil, daha önceden bu tür konuları halletmek üzere atanmış olan bir hakimin huzuruna gidip o uyuşmazlığı çözeceksiniz.” Yani bir davaya gittiğinizde, o hakim sizin uyuşmazlığınızı çözecek. Ama bizim bütün davalarımızda, davanın ortasında, başında, sonuna yakın bir yerlerde HSK devreye giriyor. Her sene Yaz Kararnamesi diye bir şey çıkarıyorlar, hakimlerin, savcıların 4’te 1’ini oraya buraya tayin ederek yenisini getiriyorlar. Mevcut olan bir davaya yeni hakim tayin etmiş oluyorlar ve doğal hakim ilkesi ihlal ediliyor. Peki, yeni gelen hakim dosyanın tamamını öğrenebilir mi? Hayır. Böyle olunca ne oluyor? Bizim sürelerimiz uzamaya devam ediyor. On sene, on beş sene… Sonra istinaf kuruluyor, istinafa gidiyorsunuz. Sonra yargıtaya gidiyorsunuz. Yargıtay bozarsa en başa gidiyorsunuz. Monopoly oyunlarındaki gibi bir süreç yaşıyorsunuz.

En başa dönersek, biz aslında, yargının yapması gereken işlerle, çözmesi gereken sorunlarla ilgili olarak beylik konuşmalar yapıyor ve çözüm üretmiyor olduğumuz için, bütün bunlar yığılıp kalıyor. Oysa çözüm üretmek lazım ve çözüm çok kolay: Derneğimizin sitesinde gidip inceleyebileceğiniz tasarımlarımız var. Örneğin bütün davaları 3-4 ayda nasıl çözebileceğimizin tasarımı var. Böyle yaptığınız zaman biraz önce bahsettiğimiz sorunların hiçbiri oluşmuyor. Ve bizim mahkemelerimiz, şimdikinin kaç katı iş yapabilir duruma geliyorlar. Ama en önemli sonuç şu olur: İnsanlarımız adalet hissini bulur.

A.Ç.: Röportajımızı noktalamadan önce, bunlara ek olarak Sayıştay’la ilgili birkaç cümle de alabilir miyiz?

M.G.: Tabii. Sayıştay’ın, kamu kurumlarının hesaplarında yaptığı incelemelerde, Sayıştay’a bütün bilgi ve belgeler açılmak zorunda. Yani bütün gerçek önlerine konulmak zorunda. Dolayısıyla Sayıştay’ın yaptığı incelemeden isabetli kararlar çıkar. Bizim diğer mahkemelerimizde ise mahkemenin önüne bütün maddi gerçekleri koymuyoruz, aksine, kaçırmaya çalışıyoruz. Bunun için de diğer mahkemelerimizde 3-4 ayda bitmesi gereken işler, 4-5 seneden önce bitmiyor. Sonra da bir sürü adil yargılanma hakkı ihlalleri ile karşılaşıyoruz. Dert büyük, çözümler kolay, fırsatlar çok yüksek Ali Bey.

A.Ç.: Çok teşekkürler, sayenizde yepyeni bir ırmakta yıkandık. Çok aydınlandık.

YAZIYI PAYLAŞ
Güncel içeriklerimizden ve etkinliklerimizden haberdar olmak için abone olun!